12 Eylül ihtilali yapıldığında henüz çocuk yaşlardaydım ama köyümdeki kavgaları, kurşunlamaları ve ihtilal sonrası ev aramalarını net hatırlarım.
Sonraki yıllarda döneme dair dinlediklerim, okuduklarım ve seyrettiklerimle anladım ki; ülke 1950 ile birlikte yabancı devletlerin müdahalesine açılmış, yavaş yavaş sömürgeciliğe doğru yol alınmıştı.
NATO ile iş birliğinin artmasıyla da siyasette başlayan ve kamuya sızan bu yabancı işbirlikçiliği askeri kadrolarımıza da sıçramıştı.
Her bir darbenin kendince bir gerekçesi olsa da aslında ortak paydaları “bölgesinde güçlü bir Türkiye” olmamasına yönelikti.
Türk’ün ve Türkiye’nin üretim gücünü kırmak, nitelikli kadrolarını tırpanlamak, ülkede baskıcı rejimler aracılığı ile fikir, ifade, teşebbüs hürriyetini kısıtlamak, Batılılaşmasına engel olarak Doğu toplumu özelliklerinde kontrol altında, yönlendirilebilen ve ekonomisi dışa muhtaç bir yapıda varlığını sürdürmesi idi.
Aklım yettiği günden bu tarafa gördüğüm şudur ki; 1980 sonrasındaki iktidarların tamamında halktan aldığı oylardan sonrasında bir de uluslararası meşruiyet arayışı daima söz konusu olmuştur.
İşte 15 Temmuz darbe girişimi de bu uluslararası meşruiyeti arayanların, meşruiyet şartlarından birisini kabul etmeleriyle devlete sızmış olan yapının devleti ele geçirmeye kalkması üzerine gerçekleşmiştir.
Ne demek istiyorum onu da açıkça yazayım ki; birileri kendi kelime haznelerinin yetersizliği neticesinde farklı yorumlayıp başımıza durduk yere iş çıkarmasın.
1970’lerde yol verilen ve 1980 darbe girişiminin ardından devlete sızmaya başlayan Fethullah Gülen cemaati, 80 sonrası hükümetlerine verdiği desteklerle devlette ve siyasette yer almaya başlamıştı. Hatırlarsınız en son açık destekleri Bülent Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ne olmuştu. Bu destek de aslında cemaati “milliyetçi muhafazakar kesim” için deşifre etmişti. Ama bu deşifreyi iyi okuyamamak, şifreleri çözememek, “milliyetçi muhafazakar” kesimdeki “dış güçlerle anlaşmadan iktidar olunamaz” anlayışı ülkeyi bir varlık yokluk mücadelesine mecbur bırakmıştır.
Artık Cemaat devlete ve siyasete sızma aşamasını geçmiş, devleti ele geçirme aşamasına yaklaşmıştı. Devlette yükselen, içerdeki adamları sayesinde bazı devlet kurumlarında belirleyici pozisyona oturan cemaat, bürokrasideki gücü ve bu güç üzerinden toplumda elde ettiği karşılık! İle siyasete de ayar vermeye çalışmıştır.
Bu dış güçlerin içerdeki uzantısı konumundaki cemaat; ekonomisi iyileşmeye, insan unsurundaki kalite artmaya, bölgede eskiye oranla biraz daha güçlenmeye, Amerikan odaklı bir dış politikadan çok kutuplu bir açılıma dönmeye başladığımız noktada “vazifesini” yapacaktı. Nasıl ki; Ecevit ve Demirel Ruslarla yakınlaştığında 1971 ve 80 ihtilalleri yapıldıysa, burada da benzerlik söz konusudur.
Sözün özü ne 12 Eylül’cülerin 15 Temmuz’cu FETÖ’den ne de onların diğerlerinden bir farkı yoktur.
Sadece darbe girişimine kalkışanların isimleri, nitelikleri değişmiştir.
Öncekilerin tamamı toplumda karşılığı olmayan Amerikancı Generallerken, bu seferkiler siyasette, kamuda, toplumda kabul gören “muhafazakar, İslamcı” bir cemaat idi.
Özleri aynı. Hizmet ettikleri yapılar aynı. Onları geliştiren, büyüten, destekleyenler aynı.
Sanmayın ki, FETÖ’nün beli kırıldı. Amerikan desteği ile uluslararası arenada hala varlıklarını sürdürmekte, başkaca ülkelerde oynayacakları roller için yedekte tutulmaktadır.
Ve yine sanmayın ki; bu ülkede bundan sonra darbe girişimleri olmaz.
Temmuz böyle bir zannın sonucudur. Tarih iyi okunmalıdır. Türkiye’nin düşmanları ve gelişmesini istemeyenler yakından takip edilmeli, başkaca ülkelerde uyguladıkları yöntemler iyi analiz edilmelidir.
Eğer Batı’nın başkaca ülkelerdeki darbe geçmişini doğru analiz etmiş olsaydık, 15 Temmuz’u yaşamak zorunda kalmazdık.