Ramazanda bürünülen! manevi havaya uygun bir yazı olsun istedik ama yazmak yerine, sözü de köşeyi de ehline bırakarak haddimizi bilelim dedik. Tapduk Emre’nin akıl, gönül ve iman dünyasına emanet olalım bakalım hazret ne buyuruyor…
—
-İsmail Efendi, müsaade var ise bir iki hasbihal edelim deriz
-Ben namazı bozan şeyleri bilirim. Abdesti bozanları da, orucu bozan şeyleri de.
-Bilirsin elbet. Bilmez misin sen. Sana tutup bunları anlatıverir değiliz canım, sen onları bizden daha iyi bilirsin.
Sürüsüne bereket şeyh efendiler, müftü efendiler anlatırlar ha anlatırlar. Var olalar. Anlatırlar amma sanılmaya ki din budur. İmdi öyle bir hale getirdiler ki bu işi, sanki bu din abdestin nice alınacağından orucu namazı neyin bozacağından başka bir şey değildir.
Oruç dediğin, abdest dediğin, namaz dediğin; iman var ise var azizim!!!
Hele sen şu imanı bozan şeylerden bahset bize de abdestimiz tuta.
Anlat hele müftü efendi. Orucu nelerin bozduğunu ezber çok da zor değildir. Sen asıl imanı bozan haller neler ola, onu anlat hele.
Kul hakkı yemek, emeği hiçe saymak, işi ehline vermemek, adam kayırmak, işine ve tartısına hile karıştırmak, hırsa kapılmak, zayıf bulunca zulmetmek, büyük görünce dalkavukluk etmek, topluluk içine fitne sokmak, bölüştürmek değil bölücülük yapmak, dostunu dahi kıskanmak, yalan söylemek, buğz beslemek.
…
İşte böyle şimdi bu işler..
Bin bir türlü günaha salıveririz, “aman ha abdesti bozan haller”.
Ona nice alınacağı belli. Çaresi, ilacı belli. Namazı, orucu kaçıranın da ilacı belli.
De hele o vakit. İmanı bozan nice nice günahın ilacı ne o vakit?
Buna reçete ne ola, nerden buluruz günahın reçetesini. Hangi hekimdedir?
Size Beyazıtı Bestami’den bir hikaye anlatı vereyim de bitirelim sohbeti.
Hazret bir gün müritleri ile gezinti sırasında, yolları bir veli yurduna gelir. Şimdilerde akıl hastanesi derler. Ayaküstü hekimlerle sohbet ederken, bir hekim ruhi hastalıklar, çareleri ve hangi hastalığa hangi ilacın iyi geleceği hakkında bilgi verir. Gönüller Sultanı bu bilgilerden sonra hekime şöyle bir soru sorar; ”Hekim efendi, siz bütün hastalıkların ilaçlarını saydınız. Peki, günah hastalığının ilacı ne ola ki?”
Kısa bir sessizlikten sonra orda bulunan deli velilerden biri hekim diliyle akıl hastalarından biri edeple müsaade isteyerek söze girer.
“Günah hastalığının ilacı şudur ki; tövbe kökünü istiğfar yaprağı ile karıştırıp, gönül havanına koyduktan sonra tevhid tokmağı ile döveceksin. İnsaf eleğiyle eledikten sonra gözyaşı ile hamur edip, aşk ateşinde pişireceksin. Muhabbet balından da birazcık karıştırıp sabah akşam kanaat kaşığıyla azar azar yiyeceksin.”
Bu güzel ilacı öğrenen Beyazıt hazretleri “Hey gidi dünya hey, demek seni de deli diye buraya getirmişler.” Deyip oradan ayrılır.
İşte böyle canlar… Sanman ki bu bir mesel, reçete gerçektir.
Bu ilaç halen günah hastası olanlara tavsiye edilmeye değer bir ilaçtır. Bu terkip hala devam etmektedir. Nasıl mı dersiniz?
Cenabı hak tövbe edenlere rahmetiyle yüce mertebeler vaat etmektedir. Bunlardan biri de günahların sevaba dönüşmesidir. “Bu nasıl olur?” deyi tereddüde gerek yok. İlahi müjde öyledir, bunu tartışmak dahi aptal işidir. İlahi rahmet bu kadar geniştir.
Bize; inanıp, teslim olmak, O’na güvenip rahmete koşmak gerek. Yüce Allah kuluna gönlündeki iman ve niyete göre muamele eder. Allah diyen, mahrum olmaz! “Allah, tövbe edenleri sever” ayetiyle, “Şüphesiz Allah, günahla imtihan olup tövbe eden mümin kulunu sever” hadisiyle, günaha bulanmış kulun kalbini çekmeye yeter de artar bile…
Tapduk Emre Sohbetleri’nden