Ak Parti’yi iktidara taşıyan sürecin en önemli sacayağı Anasol-M olarak adlandırılan Dsp-Anap ve Mhp koalisyon hükümeti döneminde yaşanan ekonomik krizdi.
Mili Güvenlik Kurulu toplantısı sonrasında yapılan açıklamaların “Devlet krizi” olarak adlandırılması ile piyasalarda yaşanan sert tepkiler; dalgalı kur sistemi ile döviz kurlarını artırmış, ülkede devlete dolayısıyla hükümete karşı güveni zayıflatmış, mali piyasalarda panik başlamış, piyasalardan yüksek miktarda nakit çıkışı yaşanmış ve bankalar likidite bulmakta zorlanmış, yabancı bankalar kredilerini erken istemişler ve nihayetinde de 24 banka iflas etmiştir.
Merkez bankası o dönem piyasaya 5 milyar dolar sürmesine rağmen dövizdeki artışı engelleyememiştir. Kamu bankalarının likidite sorununu aşmak için yapılan çalışmalar da örtülü devalüasyona neden olmuştur. Sonuç; artan enflasyon, bozulan arz-talep dengesi, gelirin gideri karşılamada yetersiz kalması, piyasalardan nakitin çekilmesi olarak ortaya çıkmıştır.
80’li yıllardan itibaren bizlerin müşahede ettiği enflasyonist ortamı, yukarıda anlattığım kriz döneminde dahi yaşamadık.
Bugün TÜİK’in açıkladığı %73,5 enflasyon oranı, her ne kadar bu kurum güvenilirliğini yitirmiş dahi olsa, resmi veri olarak kabul edilmelidir. Ve bu kabulle birlikte şunu da kabul etmiş oluyoruz; Ak Parti hükümetlerinin dolayısıyla bu hükümetlerde tek söz ve karar sahibi Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi getirdiği son nokta 1998’in ekonomik şartlarıdır.
Devletin resmi kurumu 20 yıldır Türkiye’yi yöneten kadroların ekonomi yönetimindeki karnesini şöyle açıklamıştır; 20 yıl yönettiğiniz ülkeyi, 20 yılın sonunda 26 yıl geriye götürdünüz.
Bu benim düşüncem midir? Hayır, asla… Bu TÜİK’in açıkladığı rakamın önceki yıllar rakamları ve ekonomik verileri ile karşılaştırması sonucu ortaya çıkan bir gerçekliktir.
Benim kanaatim ise bundan çok daha farklıdır.
Mevcuttaki arızalı siyasal ve sosyal yapılardan uzak durmanın ve olaylara bağımsız kalarak dışardan bakmanın getirdiği avantajla; 2017 yılının son baharından itibaren ülkede ekonomik krizin başladığını, iyi yönetilemezse ve uluslararası ekonomilerde yaşanan krizlere karşı içeride doğru tedbirler alınmazsa; Türkiye’nin bu dönemi çok ağır atlatacağını düşünmüştüm.
Yaşanan 4 buçuk yıllık süreçte yanılmayı o kadar çok isterdim ki, ancak siyaset kurumunun 50 yıldır yönetmeye talip olduğu devleti tanımaması, hazırlık yapmaması ve değişen yönetim sistemi ile “tek adam” rejimini andıran uygulamalara girerek, “inancı gereği faize karşı olan” liderin 50 yıllık siyasal 20 yıllık iktidar döneminde bir alternatif ekonomi modeli geliştirmemesi ve bunu uluslararası ekonomiyle entegre edememesi sonucu, önleyici tedbir kabiliyetini yitirerek, soruna doğrudan ve sonuç alıcı olumlu müdahaleler yerine daha çok duygu temelli ve ekonomi kurumları ve politikalarına karşı aşırı müdahaleci yaklaşımı, umut vadeden cümleler kurmamıza engeldir.
Maalesef son iki yıldır ülkemdeki ekonomik sıkıntının bendeki karşılık cümlesi şudur; “Cumhuriyet tarihinin en büyük krizi”.
Eski krizlerde ABD ,ab oksurse biz krize girerdim tüm dünyada kriz var Türkiye gene iyi diğer ülkelere göre