Yıllar önce Mesut Yılmaz meydanlarda “Avrupa Birliği’ne girince başörtüsü sorunu çözülecek” diyordu.
Bu cümle, bu ülkedeki sağ siyasetçilerin zihin altının dışa vurumuydu. “Biz kendimiz olarak bu ülkede sistem kuramıyor, bir sistemin parçası olmayı ve var olan sistemleri yönetmeyi beceremiyoruz. Bu ülkedeki sorunların düzelmesi, ülkede adalet, refah ve huzur için dışarıdan destek almamız hatta baskı görmemiz gerekmektedir.” Buna bir de milliyetçi muhafazakar kesimde özellikle İslamcılardaki “dış güçlerle anlaşmadan ülkeyi yönetemeyiz” anlayışı eklenince, içerdeki her sorunumuzu uluslar arası kurumlara havale eder ve onların desteği baskısı ile çözer olduk.
Önceleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bizim adalet kurumlarımızın üzerinde sayılması ve kararlarının hukuk sistemimiz içerisinde bağlayıcı olması fikrine karşıydım. Ancak zamanla ülkemdeki adalet sistemi ile yüzleştikçe bunun bir gereklilik ve hatta olmazsa olmaz olduğuna kanaat getirdim.
Ülkemizde adalet sistemi her geçen gün bozulmakta, adalet üretmekten ve topluma güven vermekten uzaklaşmaktadır.
Siyasal iktidarlar elinde, mahkeme kararlarının tanınmayacağını/ yok hükmünde olduğunu ifade eden beyanlar, her siyasi dönemdeki kadrolaşmalar, kadrolaşırken sistemi bozma, siyasal iktidara hizmet edecek yapılanmaya gidilmesi ve niteliksiz kadroların iş başına getirilmeleri ile siyasetin oyuncağı pozisyonuna düşmeleri bu süreci hızlandırmıştır.
Geldiğim nokta itibariyle Anayasa Mahkemesi’ne yapmış olduğumuz hak ihlali müracaatının cevabı beklediğim üzere olumsuz olarak neticelendi.
Bu olumsuz beklentim kurumların yapılarını, işleyişini, mantalitesini bilmemden kaynaklanmaktadır.
Yerel mahkemelerce verilen kararların silsile halinde İstinaf Mahkemeleri’ne, Yargıtay’a ve nihayetinde Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi ve toplamda yüz binlerce başvuru olması, hatırlayınız AYM Başkanı Arslan da geçen yıl bu müracaat sayısı çokluğundan şikayet etmiş, sistemin çalışmasının önünde engeller olduğunu veya çalışmadığını, adalet algısının zayıfladığını ima etmişti, halkta adalet kurumlarına olan güvene ve ülkedeki adalet algısına işaret etmektedir. Yargıtay’dan önce İstinaf Mahkemeleri’nin kurulması da çözüm olmamış, bilakis adaleti geciktirici bir unsura dönüşmüştür. Son 2 yılda defaatle yapılan tayin ve atamalar da bu kurumlardaki tıkanıklığı artırmış, binlerce dosya tecrübesiz ve ehil olmayan ellere teslim edilmiştir.
Sistem kuramamak, sistemin parçası olamamak ya da var olan sistemi işletememek en büyük sorundur. AYM Başkanı Arslan da şikayet ettiği bu olumsuzluklara rağmen sistem kuramamış, var olan sistemi işletememiştir.
AYM silsile halindeki yüz binlerce başvuruyu pilot kararlar vererek önleyebilecek ve alt mahkemelerin daha nitelikli çalışmasına katkı sunabilecekken; başvuru sayısını azaltmak için başvuru ücretini artırmak gibi basit ama etkisiz yöntemleri tercih etmektedir.
Böyle bir durumda da bize “Ülkemizdeki adalet sisteminde bulamadığımız adaleti” Avrupa kapılarında aramak, kendi devletimizi batılılara şikayet etmek düşmektedir.
Bu, bizim için değil, onlarca yıldır yönettikleri ülkede “adaleti; kartvizit, cüzdan, siyasi kimlik, cemaat/tarikat mensubiyeti” düzeyine düşürenlerin utanç vesikası olacaktır.
Ve bu vesika her yüzleştiğimizde yüzlerine bir kara leke olarak çalınacaktır.