Belirli gün ve haftalar… Aslında hepsinin amacı çocuklara değerler kazandırmak, geçmişi anlamlandırmak, geleceğe daha bilinçli bakabilmelerini sağlamak… Eğitim dediğimiz şey zaten biraz da budur: Çocuğun iç dünyasında küçük kıvılcımlar yakmak, o kıvılcımların zamanla birer farkındalığa dönüşmesini izlemek. Fakat ne zamandır bu güzel amaçların önüne rengârenk panolar, dev kesitler, fotoğraf köşeleri geçmeye başladı. Sanki her hafta, her gün, sınıfın bir köşesinde yepyeni bir dekorun olması gerekiyormuş gibi. Sanki o günün anlamı, ancak yeterince parlak bir pano yapılırsa tamamlanıyormuş gibi.
Oysa biliyoruz ki, bu panoların çoğu zaman çocukların zihninde bir karşılığı yok. Göz alıcı görüntüler, bir değer, bir duygu, bir bilinç kazandırmak yerine sadece birkaç poz verilip geçilen bir dekor olmaktan öteye gidemiyor. Çocuk, panonun önünde gülümsüyor ama çoğu zaman neden gülümsediğini, o günün neyi temsil ettiğini anlamıyor. Panonun önünde çekilen fotoğraf, ne yazık ki öğrenmenin kendisinin yerine geçiyor. Öğrenme, bir görselin önünde durmakla değil; hissetmekle, düşünmekle, konuşmakla, tartışmakla, yaşanan anın içinde anlam kurmakla gerçekleşir. Bir çocuğun aklında kalan şey kartonun parlaklığı değil; ona hissettirdiğiniz duygu, sorduğu soruya verdiğiniz cevap, birlikte düşündüğünüz anlar olur.
Süreçte en çok yorulanlar ise öğretmenler. Asıl görevi, eğitim sürecini zenginleştirmek olan öğretmen, gitgide bir “içerik üreticisine”, bir “görsel tasarımcısına” dönüşüyor. Her hafta yeni bir pano beklentisi, ölçme değerlendirme, planlama, velilerle iletişim, etkinlik hazırlıkları arasında zaten yoğun olan iş yükünü daha da ağırlaştırıyor. Üstelik yapılan çalışmaların büyük bir kısmı kullan-at malzemelerle yürütüldüğü için ciddi bir israfa dönüşüyor. Emek, zaman, malzeme… Hepsi bir fotoğraf karesine sığdırılıyor ve bir sonraki haftaya yer açmak için kaldırılıp atılıyor. Öğretmenin emeği, tıpkı panodaki kartonlar gibi geçici bir tüketim nesnesine dönüşüyor.
En önemlisi de şu: Panolar çoğaldıkça, çocukların öğrenmesiyle duygusal bağ kurması gereken değerler geri planda kalıyor. Değer eğitimi, dekorla değil; eğitimle olur. Cumhuriyet’in anlamını panoda değil; bir sohbetin sıcaklığında, bir çocuğun meraklı bakışında, sınıfta kurulan o sade ama güçlü atmosferde bulabiliriz. Bir Atatürk fotoğrafının etrafını çiçeklerle süslemek değil; onun ideallerini çocukların anlayabileceği bir dille anlatmak daha derin bir iz bırakır. Sevgi, saygı, özgürlük, dayanışma… Bunlar kartonla, kumaşla değil; yaşantılarla, paylaşımlarla, örnek olmakla verilebilir.
Bu noktada belki de kendimize şu soruyu sormalıyız:
Biz çocuklara gerçekten ne bırakmak istiyoruz?
Her belirli gün ve haftada değişen bir dekor mu, yoksa hatıralarıyla, duygusuyla, anlamıyla içlerine işleyen bir deneyim mi? Fotoğrafı olan bir etkinlik mi, yoksa hafızası olan bir öğrenme mi?
Bazen en etkileyici pano, hiç yapılmamış olanıdır. Çünkü çocuk, dekorun değil; yaşadığı öğrenmenin içinde büyür. Öğretmen de ancak böyle bir ortamda gerçekten öğretmenlik yapabilir.
Çünkü en kalıcı iz, panoya değil; çocuğun yüreğine dokunan izdir.
