Göç ediyorduk yine yer yüzünde biz, gök yüzünde turnalar.
Hiç kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu, sadece uzaklara atılan adımların sessiz çıtırtısı geliyordu kulaklarımıza göç müydü bunun adı?
Yoksa özgürlüğe olan tutkumu, doğaya olan sevgimi neydi?
Kimsenin konuşacak bir sözü yoktu sadece bir merakla kilitlenmiş diller ve gönüller vardı sessiz sabahın gün ışıklarında.
Bedenimizin yükü değil, bırakılan yerlerin acısı, gidilecek yerlerin merakı, beynimizi çınlatan düşüncelerin ağırlıkları vardı sırtımızda.
Gün ışıkları bulutların arasından süzülen ebrulu renkleriyle sanki yol gösteriyorlardı bize bu biraz garip biraz hüzünlü biraz meraklı göç denen yolculukta.
Göç mü dedim? Evet göç sadece üç harften oluşuyor ama yaşanmıyor.
Kelimeler anlatamaz göçü, diller söyleyemez göçü, kalemler yazamaz göçü, göçmeyenler bilemez göçü.
Üç yüz yetmiş beşten beri bir hilal gibi, duruyor alnımızda göç. Göç biz, biz göç olduk.
İnce uzun patika yolların yokuşuydu göç. Kır çiçeklerinin içimi yakan kokusuydu göç. Terk edilen yerlerin yüreğimi sızlatan acısıydı göç.
Ufuklarda açılan yıldızların parıltısıydı göç. Özgürlüğün, tutkunun, doğaya olan aşkın garip bir bedeliydi göç.
Çadırların her an gitmeye hazır duruşuydu göç, hayvanlarla , insanların tuhaf yoldaşlığıydı göç.
Sınırların, dünyaların bitmez tükenmez uzaklıkların kat edilip aşılışıydı göç.
Asırlara rest çektiren, yollara ırmaklara diz çöktüren, tarih diye tutulan kalemler bel büktüren, nice yıkılmaz denilen devletler,imparatorluklara ah çektiren, garip bir tutkunun garip adıydı göç…