Jhon Dewey eğitimi tarif ederken; “Eğitim, toplumun devamını sağlayacak nitelikli insanları yetiştirme faaliyetidir” der.
Onun felsefesinde; eğitim, yaşam boyu süren bir eylemdir. Bu yüzden en etkili öğrenme, yaparak ve yaşayarak edinilir. Çocuğun doğal yapısı, bireysel farklılıkları dikkate alınmalı ve eğitimin merkezi çocuk olmalı, dersler de onun ilgi ve yeteneklerine göre düzenlenmelidir. Eğitimin her aşamasında teorinin yanında mutlaka bilginin pratiğe dökülmesi şarttır.
Jhon Dewey, 1800’lerin sonunda Amerika’da kendi eğitim felsefesi üzerinden bir eğitim modeli kodlamış, bunu devlete önermiş önerisinin gerçekliğini göstermek üzere de kendi eğitim kurumlarını açmış bir eğitimci ve filozoftur.
Dewey’i bize yakından tanıtan hadise ise Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra devlet erkanımızın daveti üzerine Türkiye’ye gelmesi, ülkemizdeki okulları ve eğitim alt yapısını inceleyerek ortaya bir rapor sunmasıdır. Burada küçük bir dikkatinizi ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir yönetim kadrosunun taa Amerika’daki bir eğitim kuramcısı ve filozoftan, onun modelinden haberdar olmasına çekmek isterim. İlginç değil mi, iletişimin ulaşımın kolay olmadığı, bilginin çok ağır yayıldığı şartlarda bunu gerçekleştirmek.
Dewey’in raporundan yıllar sonra da ülkemizde Köy Enstitüleri faaliyetine başlamıştır.
Pazartesi günü okullar açıldı. Yeni eğitim ve öğretim yılımızın başlaması ile siyasilerden, bürokratlardan, yerel yöneticilerden onlarca beyanat, yüzlerce fotoğraf gazetelerde ve sosyal mecralarda yer aldı.
İktidarıyla, muhalefetiyle hepsinin ortak noktası “yeni eğitim, öğretim yılının başarılı olması temennisi” idi. Haklarını yemeyelim bir diğer ortak noktaları da hiçbirinde eğitime dair bir vizyon, sorunların, milletin ve devletin varlığını devam ettirecek nitelikli kadroların yetiştirilmesine dair bir çözüm önerisi de yoktu. Bu da açıkça göstermektedir ki; eğitim gibi bir dertleri yoktur, olsaydı açıklamalarının içerisinde, partizanca övmeler ve yermelerden öte bir sistemsel bakış bütünlüğü yer alırdı.
Savaşlarla geçen, bir devletin yıkılıp bir yenisinin kurulduğu yılların ardından ekonomisi bozuk, insan gücü zayıflamış, nitelikli ve eğitimli insanlarını savaş meydanlarında kaybetmiş, köylülerin hiç okuma yazma bilmediği, şehirde yaşayanların da ancak yüzde 5 civarında okuma bildiği bir dönemde yeni bir insan tipi oluşturmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini inşa edecek eğitimli, yetenekli, nitelikli kadroları yetiştirmek için model geliştirmek, çözümü ortaya koymak muhteşem bir hadisedir.
Ancak bu hadiseden 100 yıl sonra gelinen noktada arapsaçına dönmüş, her gelen hükümetin ve bakanının kendince bir deneme tahtasına dönüştürdüğü eğitim sistemi; nitelikli kadrolar yetiştirmekten çok uzakta olduğu gibi, nitelikleri törpülenmiş, zekası köreltilmiş, bir toplumun parçası olmaktan koparılmış bencil ve maddiyat peşinde koşan, kişilik kimlikten önce unvan, makam, maddiyatla var olacağına inanan, psikolojik problemli nesiler yetiştirme noktasındadır.
Bunu şu açıdan anlarım; insanların kişilik sahibi bir birey ve bir toplumsal sistemin parçası olma bilincinden uzak, niteliksizliğin hakim olduğu, yetenek yoksunu ve analitik zekası köreltilmiş toplumlarda, toplumu yönetmek, yönlendirmek ve algılarla güdülemek kolaydır. Bu da devleti yönetenler için bulunmaz bir hazinedir.
Lakin, ortada bir devlet varsa ve bu devlet şahısların ömürleriyle kaim değilse, şahısların ölümünün ardından çocuklarımız, torunlarımız bu topraklarda huzurla, barışla, müreffeh ve güvenli bir hayat süreceklerse yani varsa böyle bir derdimiz; bu eğitim sistemi tamamıyla alaşağı edilmelidir.
İnsanı önceleyen, her bir ferdin kendi öz niteliklerine odaklanan, var olan yetenekleri geliştirirken, yenilerini ekleyen, toplumun devamı için ihtiyaç duyulan alanlarda ama ihtiyaç kadarıyla yetişmelerini sağlayan, onları bir yarış atından, sınav sonuçları açıklanınca “başarının” malzemesi gibi pazarlayan mastürbatif anlayıştan sıyrılmamız gereklidir. Burada ailelerin tutumları şüphesiz etkilidir. Ailelerin çocuklarının mal varlıkları ve ünvanlarını toplumda bir hava atma vesilesi ve kendi hayatlarında eksik kalmış arzularının gerçekleşme aracı olarak görmeleri ve buna göre kurgulamalarının etkisi yadsınamaz. Ama devlet zaten bunun için vardır. Bir devletin en büyük hazinesi insan kaynağıdır. Hiçbir devletin ve yöneticinin bu kaynağı heba etmesine ve ailelerin kendi küçük dünyalarındaki arzularına kurban etmelerine müsaade edilemez edilmemelidir. Eğitim sistemi değdiğimiz şey de tam olarak bunun için vardır.
Her çocuğa “bir proje” mantığı ile yaklaşmadığımız ve eğitim sistemimizi, kreşinden üniversitesine, öğretmen lisesinden eğitim fakültesine, öğretmeninden bakanına kadar bu anlayışla kurgulamadığımız, iktidarına ve bakanına göre değişmeyen gerçek bir sistem kurmadığımız sürece, devletin devamını sağlamak zor iş olacaktır.
Buradan iktidar için hiç de uzak olmayan iki alandan benzer örnekler vererek sonlandıralım; Hz Muhammed’in açık tebliğ dönemine geçmeden önce Erkam’ın evinde yaptığı tebliğ faaliyetini ve Yesrib’i Medine’ye dönüştürdükten sonra Mescidi Nebevi’de bulunan Sufha’daki eğitim modeli ile Osmanlı’nın Enderun’unu hatırlatalım, bu hatırlatmalar bir odaklanmaya dönüşürse hep beraber göreceğizdir ki, iyi bir eğitim sistemi kurmak için Finlandiya’ya gitmeye gerek kalmayacaktır.