Anne, Baba ya da bir yakınımız veya sevdiklerimizin ölümünü yaşadığımızda hayatın ne kadar boş olduğu aklımıza gelir.
Fakat hiç ölmeyecek gibi ya da yarın ölecek gibi yaşamaya devam ederiz. Hayatı yaşarken, yarın ölecek gibi kendini hazırlayıp, ölümü karşılayanlar şanslı kullardır.
Bir insan ömrünü neye vermeli? Tükenip gidiyor ömür dediğin, yolda kalan da bir, yürüyen de, harcanıp gidiyor ömür dediğin…
Bunu en iyi anlatan TRT’nin insan hayatını yansıtan güzel programlarından olan; “Ömür Dediğin” dizisi bir yanı eksik kalmış bir yol hikayesi değil mi? Yaşama veya var olma süresine, ya da hayata ömür denirken, çok hoşa gidene de, ömür deniyor. Yunus Emre; “keşke demek için bile geçtir vakit, geçti ömür bir ah ile içi dolu eyvah ile” derken, çarçabuk bitiveren hayatımızı gözler önüne serer. Bir gün önce nerede idim? Bir hafta önce neredeydim, şimdi nerede? Uzmanların ifadesi ile kendi etrafında dönüş hızı yaklaşık 1670 km olan dünyamız da öyle değil mi? Uzayda yol alıp gitmiyor muyuz? Bin yıl da olsa bir gün kadar kısa.
Alıştırırsınız bir şeye gönlünüzü, ama bu sırada da tüketirsiniz ömrünüzü. Hele bir de gönül almayı bilmeyene emanet etmişseniz ömrünüzü, siz zaten yaşayan ölüsünüz.
Âşık Veysel’in dediği gibi, dünyaya geldiğimiz anda yürümeye başlarız aynı zamanda.
İlk bakışta ömür denilen yol çok uzun görünür gözümüze. Gündüz gece yol alırken günler ayları, aylar yılları, yıllar mevsimleri kovalarken peşi sıra; yolun bir dakika miktarınca olduğunu aklımızın ucundan bile geçirmeyiz.
Neşet Ertaş Usta’nın dediği gibi; “Dünyanın rengine kanıp, hayale aldanıp, boşuna yanarız.’’ İnsan bazen elinde olanın kıymetini bilemiyor. Bitmez dedikleri bitiveriyor. Geçmez dedikleri geçiveriyor.
Elimizde olan ne mi?
Hiç tükenmez dediğimiz, sonlu olan ömürden bahsediyorum. Sınırsızmış gibi harcadığımız vakitten, sayılı nefeslerimizden…
Saniyelerden, dakikalardan, saatlerden, günlerden, haftalardan, aylardan ve o çook uzun sandığımız yıllardan…
Ve bu ömür içinde yaptığımız, yapacağımız, yaşadığımız her şeyden…
Aslında farkında olmadan harcadığımız, boşa geçirdiğimiz o kadar çok vakit var ki… Bu boşa harcanan vakitler içinde, değerlendirmediğimiz, kaçırdığımız o kadar çok fırsatlar, imkânlar var ki!..
En başta sevdiklerimizle daha çok vakit geçirme imkânı. O nadide anları, unutulmaz hatıraları daha çok yaşama imkânı. Vakti boş şeylerle geçirme yerine daha faydalı işlerle geçirme imkânı. Sonsuz olan için biraz daha bir şeyler yapma imkânı…
Fakat heyhat! Gidenler geri gelmiyor. Kaybedilenlerin yeri dolmuyor. Kaçırılan fırsatların, günlerin, ayların, yılların yenisi gelmiyor. Gelmez de…Bir varmış, bir yokmuş gibi. Hatta hiç var olmamış, hep yokmuş gibi, yaşanmış ya da yaşanamamış yıllar…
Hayata ha şimdi, ha sonra başlayım derken bir bakıyorsun tükenmiş ömür.
Avucunda son kullanma tarihi çoktan geçmiş bir yığın tecrübe kalıyor…
Atsan atılmıyor, satsan satılmıyor…
“Gençlik bir kuştu, tutmak istedim tutamadım,
Yaşlılık bir paçavra, satmak istedim satamadım”
Bir ikindi gölgesi ömür dediğin. Gece olur duramazsın, güneş vurur kalamazsın. Sade bir ikindilik, kısa bir dinlencelik… Dünyaya ait ne varsa harcanıp gidiyor. Yeyip içmeler, gezip tozmalar, gülüp eğlenmeler. Evin, arabanın taksitleri, tatiller, almalar vermeler, saçıp savurmalar, senin sandığın, saklayıp durduğun altınlar, azıcık bile vermeye kıyamadığın paralar…
Hepsi bir bir kaçıyor senden, ya da istemesen de sen onlardan ayrılmak zorunda kalıyorsun… Bir secde yerleri kalıyor geriye. Alnında mıh gibi çakılı kalıyor. Okşanmış bir yetim başı, öpülmüş anne eli, alınmış bir baba duası…
Gizliden şöyle, kimseye çaktırmadan bir fakirin eline tutuşturulmuş, birileri görür diye korkulmuş sadakalar kalıyor…
Yürekten söylenmiş Elhamdülillah, acizce, kulca edilmiş nasuh bir tevbe, isyanları yıkayan gözyaşları kalıyor…
Harcanıp gitmiyor mu bu ömür dediğimiz şey, bazen bir sevda uğruna, bazen bir ümit uğruna, bazen de bir hiç uğruna.
Ömür dediğin; bir ezanla başlayıp, bir salayla biten bu dünyadaki masalımızın adıdır. Sular akar akar gider. Ömür biter biter gider.