On bir gündür “yaşamaya utandığımız bir süreci” ülkece yaşıyoruz.
Doğal afetler olur. Deprem olur, sel olur, heyelan olur, hatta madenlerde grizu patlamaları, göçükler de olur.
Her şey gelir insan denen mahlukatın başına. Hayatın ve doğanın doğal akışı içerisinde bu tür sonuçlarla karşılaşmamız olağandır ve aslında sıradandır.
Ama sıradan olmayan, doğanın bu gerçekliklerini bilen insanoğlunun bunların yaşanmaması, eğer yaşanırsa da etkilerinin mümkün olduğunca az olması için gerekli tedbirleri almıyor olmasıdır.
Buradan birilerine olumsuz eleştiri, bir siyasal gönderme yapmayacağım. Depremle on binlerce insan enkaz altındayken en ufak bir utanma, üzüntü emaresini yüzlerinde taşımadan, depremzede azarlayanlara, her zaman olduğu gibi bu sonucu da kadere bağlayanlara, can üzerinden siyaset yapanlara ve varlık sebebinin ne olduğunu unutmuş sosyal medyada eleştiri peşine düşmüş kişi ve kurumlara ne söylesek kar etmeyecek. Ve eminim ki, şuan da yüzlerce savcı da hükümete gelecek eleştirilerin peşine düşmüş suçlu avındadırlar. Onlara da malzeme vermeye de hiç niyetim yok.
Deprem fay hatları üzerinde yaşadığımız ilkokul sosyal bilgiler dersinde öğretilen bir gerçekliktir. Hepimiz biliyoruz ve uzmanlar da uyarıyorlar ki bu ülkede yıkıcı boyutları yüksek olabilecek depremler her an yaşanabilir.
Depremin olmasını engellemek hiç birimizin kudreti dahilinde de değildir.
Ama deprem olduğunda canları koruyabilmek, hasarları minimize etmek mümkündür. İyi bir afet planlaması yapmak, insanın yaşadığı her bölgenin imar planlarını oranın coğrafi gerçekliklerine uydurmak, kamuda liyakati istihdam etmekle başlayan bir süreçte denetim ve inşa faaliyetlerini sağlam bir mevzuata kavuşturmak ve tavizsiz uygulamak, bütün vatandaşları ve özellikle Türk ordusunu afet durumlarında korunma, yardım ve kurtarma konusunda eğitmek ve organize etmek gibi işlerin sıradanlaşması ve Türkiye için öncelikli olması için daha kaç afet yaşamak, kaç bin insanın daha “kader” e boyun eğmesine rıza göstermek gereklidir bilmiyorum…
O “kader”in bir gün bu “kaderdaş” arkadaşları da ziyaret etmesini bekleyecek ne sabrımız ne de temennimiz vardır. Her ne kadar bizlerin acılarını hissetmeseler de, her ne kadar sorumluluk sahibi olmalarına rağmen sanki bu yaşanan sonuçlarda hiçbir payları yokmuş gibi davransalar da, her ne kadar afet durumunda müdahale etmesi ve yaralarımızı sarması için kanlarımızla, maddiyatımızla desteklediğimiz kurum yöneticileri binlerce insan günlerce enkaz altında iken “birkaç gündür uyumamaktan” şikayet etse de, her ne kadar afet öncesi ve sonrasında ilk müdahale etmesi ve çalışmaları organize etmesi gereken kurumlarımız tv kamerası kovalasa da, her ne kadar güvenli, huzurlu, müreffeh ve adalet içinde yaşatmak zorunda olduklarının ölmesini bir çocuğun beresini açmak kadar dahi önemsemeseler de, her ne kadar yıllardır devlete kurumsallığını ve organizasyon yeteneğini kaybettirmiş olsalar da; bu millet bir kez daha enkaz altındaki canları ve ölüleri ile birlikte tüm bu kişi ve kurumları enkazın altından da çıkarmasını, devleti yeniden ayağa kaldırmasını bilmiştir.
Her afetten sonra “şimdi bunları konuşmanın zamanı değil” cümlelerini zikretmek, sadece olumsuz eleştirilerin önünü kapama çabasıdır ve bir suçluluk psikolojisidir. Bu suçluluk hissiyatı içerisinde bu millete bir özrü çok görenlerin, aykırı tüm sesleri susturma ve algı çalışmalarından ibarettir. Allah var, afet öncesini ve sonrasını yönetememiş olsalar da her zamanki gibi algı yönetiminde son derece başarılılar!
Tam da şimdi konuşmak zamanıdır, sıcağı sıcağına yanlışları, eksikleri dile getirmenin. Ve umulur ki, on binlerce insanın soğumamış cesetlerinin verdiği acı ile bir tedbir düşünülür. Umulur ki onlarca yıldır uyaran uzmanlara kulak verilir. Ve umulur ki, artık bilim “kaderci” anlayışın önüne geçer.
Ve “ben Kemal geliyorum” cümlesine Türkiye’yi hazırlamaya çalışan sayın Kılıçdaroğlu; deprem sabahından itibaren devletin şoku atlatmasını ve organize olmak için Ankara’dan talimat gelmesini beklediğimiz saatlerde şu cümlenize Hatay’ın, Kahramanmaraş’ın, Gaziantep’in, Adıyaman’ın, Diyarbakır’ın, Kilis’in, Şanlıurfa’nın, Malatya’nın, Osmaniye’nin, Adana’nın, Elazığ’ın o kadar ihtiyacı vardı ki; “Ben Kemal, geldim”.
Nihayetinde bakanlığın, belediyelerin, denetim firmalarının hiç sorumluluğu yokmuş gibi birkaç müteahhide faturanın kesilerek, yine öldüğümüzle kalacağımız bu felaketin sonrasında; ülkede bir şeyleri değiştirmenin yolu bu cümlede ve bu cümlenin gereği olan bedenen bölgede bulunup, acıları hissetmekle, kucaklamakla, organize etmekle ve yapabiliyorsanız kurtarma çalışmalarına “vatandaş Kemal” olarak katılabilmekle olacaktı.
Şimdi bekle ki; bu millet liyakatin önemini anlasın, liyakat üzerinden organize olsun ve devleti de olması gereken hizaya çeksin de; devlet, milleti için var olmaya başlasın…