Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1923’de kuruldu. 1923’den 1950’ye ve 1950’den günümüze siyasi partilerin finansmanı nasıl oldu, olmakta.
1923 yılında emperyalizme karşı kurtuluş sağlayan asker – sivil kadrolar, CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) adıyla işe başladılar. 1924 yılında Hakkâri’de Nesturî Ayaklanması başladı. 1925’de Şeyh Said Doğu’da tek kurşun atmadan Diyarbakır’a kadar bölgede hâkim oldu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti orduları, Nakşibendi tarikatı görünümlü ama özü ayrılıkçı Kürtçü hareketi 1925’de bitirdi. Ancak doğuda olaylar bitmedi. 1926-1930 yılları arasında Ağrı Dağı merkezli Kürt, Ermeni ayaklanmaları baş gösterdi. Devlet 1930’a kadar doğuda hep eşkıyalarla uğraştı. 1923’den 1930’a kadar devlet güvenliği tesis etmek için zaman ve para harcadı.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan hasta, eğitimsiz, üretemeyen bir ekonomi devraldı. Un, şeker, bez (3 beyaz) ve kömür, demir, petrol (3 siyah) yoktu.
İnsanlar hayata mideleri ile bağlıdır. Yeni cumhuriyet, insan ihtiyaçlarını temin için öncelikle ulaşıma tren yoluna önem verdi. 1927’de ilimize ilk tren Yerköy’den girdi. CHF daha sonra CHP adını alarak devletin kontrolünde bir siyasetle ülkeyi 1950’ye kadar yönetti. Her yönetim şeklinde suiistimaller, kayırmalar olur, olmuştur da. Bu suiistimaller 1923 – 1950 arasında da yaşanmıştır.
1924 yılında dünyada 2 ekonomik siyasi anlayış dünyaya hâkim olmaya başladı.
Birincisi liberal ekonomik anlayış; bırakınız yapsınlar, geçsinler temel felsefesi olan liberalizm tüm üretimi özel sektörün yapmasını isteyen siyasi anlayış, özel sektör karın olmadığı yerde olamazdı.
İkincisi kolektivist üretim biçim, her şeyin devlet tarafından üretildiği üretim anlayışı; bu sistemde ise kişilerin bilgisi, yeteneklerinin hiç önemi yoktu.
Ama Mustafa Kemal Atatürk 1924’de daha Lozan Anlaşması imzalanmadan İzmir İktisat Kongresinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin karma ekonomi ile üretmesi gerektiğini ifade ederek ülke insanın sosyolojik gerçekliğinde hem kamu hem de özel sektör tarafından düzenlenmesini öngördü.
Doğru olanın karma ekonomi olduğu, SSCB’nin üretemediği için 1991’de yıkılması, en son korona virüste devlet olmadan olmayacağı net gözüktü. Savunmada, alt yapıda, haberleşmede, eğitimde, sağlıkta, vs. vs. temel konularda kamu olmazsa olmazdır.
Esas konumuz olan siyasetin finansmanına dönecek olursak, 1950 – 1960 yılları arasında Demokrat Parti (DP) illerde zengin kesimler oluşturarak il örgütlerinin masrafını zengin ettikleri bu kişilerden karşıladı. Bu şahıslar ya devletten ihale alıyordu ya da devlete mal satıyorlardı. Yani siyaseti devlet DP’lilerle el altından yapıyordu. 1963 – 1980 arası DP’nin illerde milyoner yaratma geleneğini sürdüren Adalet Partisi (AP) ilçelerde aynı yolla kendi zengin kesimini yarattı. 80 sonrası ANAP, DP ve AP’nin çizgisini aynen devam ettirdi. ANAP’ın 3194 sayılı imar yasası ile imar değişikliği yetkisini yerel yönetimlere bırakmasıyla hırsızlık, devlet maliyesi ile birlikte yaşadığımız çevreyi de katletmeye başladı. İstanbul’un bugünkü rezil hali, tüm kıyılardaki betonlaşma, hırsız siyasetin işidir.
2002’den bugüne ise DP, AP, ANAP’ın çizgisinden sapmayan AKP, kendi siyasetinin finansmanını çevreye, kamuya, insana zarar vererek yapmaktadır.
Mustafa Sarıgül – TDP, Muharrem İnce – Memleket Partisi, Ahmet Davutoğlu – Gelecek Partisi ve Ali Babacan – Deva Partisi siyaset finansmanını nasıl ve nereden yapıyor? Bu paralar nereden geliyor?
5 yıldır içinde bulunduğum Vatan Partisi en şeffaf partidir. Tüm giderlerini üyeleri karşılar. Genel merkezin ihtiyaç duyduğu parayı da taban verir.
Son söz;
Tüm partilere devlet desteği kesilsin. Milletvekili maaşları asgari ücret üzerinden verilsin. Görelim yurtsever ve milliyetçi milletvekillerini.
Siyaset; kamuya, çevreye, insana zarar vermeden yapılmalıdır, doğru siyaset böyle olur. Saygılarımla