“Şu gelen kimdir diyorsunuz/Davranışında bir temkin/Yürüyüşünde bir itina/Konuşmasında bir özen/Yüzünde bir tebessüm/Cebinde bir kitapçık varsa/ bilin ki o öğretmendir/Selamlamak gerekir”.
O, aşağı yukarı otuz yıl kadar önce köyde öğretmenmiş. Öyküsünü, belleğinin karanlıklarından toplayıp çıkarmaya uğraşırken kaşları kenetleniyor, alnında boncuklaşan damlalarla birlikte gözlerinden inen yaşlar yanağında buluşup çenesinden sızıyordu. Atatürk’ün kurduğu, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’nı yaptığı ve bu vatanın kuruluşunda, cumhuriyetin korunmasında, mimarlık görevini alan eski öğretmen okulu mezunlarından emekli bir öğretmenin serzenişli anlatısını aktarmalıyım:
“Leyli(yatılı)okudum. Öğrenim bitiminde doğduğum yerlere hizmet için geri döndüm. Yoldaşlarımla “Vatan candan azizdir”i öğrendik. Eğitimimiz süresince verilen görevleri yerine getirmek amacıyla Anadolu’muza büyük bir aşkla yürüdük. “Hadi yolunuz açık olsun!” demeyi bile çok gördüler idealistlere. Ulvi mesleğimize hiç tanımadıklarımıza “merhabayla” başladık. Çamur sıvalı, kerpiç yapılı, tuvaleti dışarıda, gusülhane diye tabir edilen dört taşla çevrilmiş çimme(banyo)yerinden oluşan toprak damlı eve “bir bavulla” yerleştim, mektep ise köyün öteki ucundaydı. Beş sınıfı bir arada tek dershanede okutuyordum, çoban keçesinden silgi, baca kurumundan yumurta akıyla yapılan boyayla esmerleştirilmiş kocaman yarıkları olan karatahtanın karşısına geçtim ilk kez, Allah’a şükürler olsun ki başardım, yokluklarla öğrenci yetiştirdim. Cebimden aldığım kitap, defter, silgi, kalem o yavrulara anamın ak sütü gibi helal olsun, çünkü hiçbirisi inkârcı çıkmadı. Ta o zamanlar öğrencilerime haftada bir saat kompozisyon hakkında bilgiler verir, ustalardan örnekler sunardım ve geleceğin umutlarıyla birlikte edebi çalışmalarımız olurdu. Emelim Türkçe’yi sevdirmekti. Darlıkta mutlu olmayı becermenin onurunu taşıyordum. Köy kâtipliği, muhtarlık, arzuhalcilik, çeyiz senedi yazıcısı, tarla ölçümcüsü, arabulucu, tarımcı ve sağlıkçılık dâhil mesuliyet adına ne varsa hepsini üstlendim. Zira biz öğretmendik, evet, öğretmendik ama boynu altında kalasıca bir eylül yaşadık. Okulda tektim, bekçilik bile yaptırdılar o zamanlar. Gece okul bekleyen bir muallimden ne derece verim alabilirdiniz ki, o koşullarda sabahleyin minik yavruların koltuk altlarında taşıdıkları tezeklerle ya da bir-iki çürük odunla sobayı yakıp, sonra nasıl ders verecektik ki ama yaptık, yaptırdılar! Sabitkalemle yazdık, sonraları karbon kâğıtla ikilemeler. İhtiyaçlarıysa ilçeye gidenlerden rica-minnet isterdik, daha olmadı büyük öğrencileri yerimize bırakarak kendimiz yola düşerdik. Hep böyle çalıştık, karnımız doymadan” diyor ve eli öpülesi öğretmen şöyle sürdürüyor: “Diğer meslektaşlarım gibi benim de en büyük ödülüm, öğrencilerimdir” diyerek anlatısını bitiriyor.
Bu bağlamda tüm öğretmenlere sesleniyorum: Keşke hesabı-kitabı öğretmeseydin, hiç para denen ahlaksızı tanıtmasaydın, hiç toplayıp çıkartıp çarpmasaydın; sadece bölmeyi öğretseydin, çünkü hep toplama yapıyoruz, böl(üş)meyi çoktan unuttuk bile.
Bütün derslerimiz müzik, sanat, edebiyat olsaydı, sevgiyi-saygıyı-hoşgörüyü öğretseydin. Biraz daha anlatsaydın, gerçi anlattın da, bizler çalış(a)madık. Evimizdeki geçim tasasından “para hesabı” dersleri gördük. Öğrencilerine özverinle yıllarını sundun ama artık kimse kimseye karşılıksız bir şey vermiyor; sevgiler bile satın alınıyor öğretmenim. Hatta bizim yüzümüzden en ufak münakaşalarda bile: “Hay seni yetiştiren öğretmenine!” diye hak etmediğin küfürlerin hedefi oldun. Kıymetini bilemedik, sana yapılan haksız saldırılara, yetiştirdiğin bizler sebep olduk, affet öğretmenim, aslında biz çok olduk!
Keşke nalıncı keseri gibi hep kendimize doğru yontmasaydık ve üç yüz altmış dört günü yiyip yalnızca bir tek günü sana ayırmasaydık.
Büyük olasılıkla sağlama yapmayı unuttun öğretmenim!