Her taraf toz duman, gırtlaktan çıkan sözü, dilde kırk kere tartmak gerekir. Din adına fetva veren dinsizlere, cüppeyi, sakalı, örtüyü malzeme yapan densizlere ne demeliyiz? İnanmadığına âlim, sevmediğine zalim, övünürken malum kesilenleri de muhatabına havale ediyorum.
İslamiyet’te“veren el, alanı görmemeli” kaidesi vardır. Ama gün gelir ki nefsanîlikle “beşer şaşarsa, başa kakıcılık da yerini korur”. Bundan dolayıdır ki milletimize has bazı yaptırımlar toplum ahlakının omurgasını teşkillemiştir.
Ulu Camilerimizin avlularında bulunan sadaka taşlarıyla, fırınlara zimmetlenen ekmek seleleri, kemikleşen davranışların başını çekenlerdendir. Örf, adet, anane, töre, gelenek gibi birden fazla isimle de anılan bu uygulamalar Türk Milletine ait hasletlerdir sadece.
İmsak ya da yatsı
Hayır sahipleri görülme kaygısıyla, özellikle imsakta ya da yatsının hitamını denklerlerdi. İhtiyaçlılar ise başka mağdurları da hesaplayarak hareket ederlerdi. Yani inançla kanaat birleşip harisliğe gem vururdu. Maddi durumu iyiceler ödedikleri fazla parayla fırınlardaki selelere ekmek fişi koydururlardı. Garip, fukara, yolcu her kim isterse, derhal somunları bedelsiz teslim edilirdi. Ellere özenip her şeyimizi yozlaştırdığımız gibi: “Askıda ekmek” adındaki iaşe sandığımızı da İtalyanlara yamayıp (askıda kahve) safsatasıyla özdeşleştirdik çok şükür!
Aksakallardan, diğer bir deyişle Dedem Korkutların düşünce imbiğinden geçmişten geleceğe mesaj taşıyan incilerden, yani atasözlerimizden bazılarını örnekleyecek olursak:
“Yarım elma gönül alma”(Armağanın küçüklüğü değil, gönül yapması önemlidir.)
“Dost beni ansın da bir koz ile isterse çürük olsun” (çam sakızı çoban armağanı ile örtüşen bu söz, hediyenin değil hatırlanmanın önemine değinir).
“Atalar yurt, yiğitler at bağışlar”
“Hayatta en kıymetli hediye zamandır”
“Güler yüzle verilen armağan çifte sayılır”
“İnanç, tevazu ve bahşiş muhabbet doğurur”
“Verilenin ne olduğu değil, nasıl verildiği önemlidir” diye yüzlercesini sıralamak mümkündür.
Bu bağlamda milletimize has, unutulan “Diş kirası” adlı bir gelenek aklıma düşüverdi şimdi.
Biz Türklerin kemikleşmiş geleneklerinden bazıları, ne yazık ki unutulmaya ya da göz ardı edilmeye başlanmıştır. Varsıl aileler tarafından verilen yemekler, yıl boyu takvimine serpilir, aksatılmadan uygulanırdı. Bu davette özellikle yoksullar ön planda tutulurdu. Ziyafetler ramazan aylarında daha bir ehemmiyetle yerine getirilir, müslüm, gayri müslüm, kapıyı kim çalarsa geri çevrilmezdi.
Sofra duasından sonra haneden ayrılan garip-guraba, fakir-fukaraya,”Misafirim oldunuz, sevap kazanmam için yol yürüdünüz. Dişlerinizi eskiterek aşımızı yediniz, bize hayır kazandırdınız” diye para veya altın hediye edilirdi. Bu armağanlar, uğurlama esnasında uygun bir şekilde takdim edilirdi. Nezaketin gizliliğin önem arz ettiği davranışlar, havlu ya da mendile bağlanarak hediye hissi ile gönülleri hoş ederdi. Bu suretle “incitmek” kaygısı bertaraf edilirdi.
Cömertliğin, nezihliğin, tevazunun önemini gösteren: ”Diş kirası” diye anılan anlamını bile unuttuğumuz, bu ananemiz hangi ulusta var Allahaşkınıza!
“Ağaç kovuğundan çıkmadık, gökten zembille inmedik. Tesadüfen olmadık, toplamayla oluşmadık. Tarihte Türk’tük, halen Türk’üz, istikbalde de Türk olacağız.” yazar Orhun kitabesinde.
Hasılı modernleşelim-çağdaşlaşayım derken basitleşmeyelim. Doğunun kokuşmuşluğu, Batının rezaleti yaftalanmasın aziz Milletimize!
Bu anlatının ardından Frenkleşmek ya da yozlaşmak isteyen önden buyursun!